20 Ekim 2012 Cumartesi

Brecht ve Epik Tiyatro


Epik Tiyatro’nun Öncüsü: Bertolt Brecht ve Cesaret Ana
                                                                                   “Savaş besler adamını
Yalnız
Barut ya da kurşun ister
Koşun kışlalara silah tutanlar
Dökün kanınızı sağ kalanlar
Yoksa
Bu kavga biter” (Cesaret Ana 63).

Avrupa savaş sonrası tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri olan Brecht, yenilikçi drama tekniği “epik tiyatro” ve evrensel öneme sahip konulara olan eğilimi ile eşsiz bir tiyatro yazarı olarak bilinir. Cesaret Ana isimli oyununda, yine evrensel bir konu olan savaşı ele alır ve oyununu Otuz Yıl Savaşları dönemine uyarlayarak bu konuyu evrenselleştirir. Oyunun dönemi Otuz Yıl Savaşları olmasına rağmen ilk performansının İkinci Dünya Savaşı’na denk gelmesi, Brecht’in tüm Avrupa’da hüküm süren faşist Hitler diktatörlüğü eleştirisini yapmasına olanak sağlamıştır. Bu oyunda bir diğer göze çarpan özellik de Brecht’in epik tiyatronun öne çıkan özelliklerini kullanmasıdır.
            Epik tiyatro temel olarak Brecht ile ilişkilendirilir ve bu sebeple onun tanıttığı usuller, epik türünün genel özellikleri olarak kabul edilir. Epik tiyatro, sunduğu tematik fikirler bağlamında, Blau’a göre “bilimsel ve planlanmış tiyatrodur; hedefi ise toplumsal eleştiridir” (4). Epik tiyatro, seyircisinde olumlu değişiklikler yaratmak umuduyla toplumu eleştirmeyi amaçlar.  Brecht’in hedefi, tiyatro yoluyla seyircisinde adalet ve özgürlük dürtüsü gibi duyguları uyandırmaktır. Bu sebeple, Brecht’in epik tiyatroyu kullanırkenki amacının seyirciyi eleştiri yapabilme üzerine yoğunlaştırmak istemesi olduğu ileri sürülebilir.
            Epik tiyatronun en önemli özelliklerinden biri yabancılaştırma etkisidir. Bu teknik sayesinde seyirci oyun süresince gerçeklik etkisi aramaz, bir oyun izlediğinin farkındadır, ve bu durum seyircinin kendisini sahnedeki karakterlerle özdeşleştirmesine engel olur. Steer, Brecht’in yabancılaştırma tekniği üzerine şöyle bir yorum getirir: “Brecht yabancılaştırma tekniğini, özellikle dramatik ortamda bulunan öznelliği en aza indirmek (ki bu seyircilerin karakterlerle özdeşleştirmelerine sebep olur) ve epiğin nesnelliğine mümkün olduğu kadar yakınlaştırmak amacıyla kullanır” (640). Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere epik tiyatro öncelikle nesnelliği ve ardından karakterle aktörün duygusal anlamda birbirinden ayrılmasını hedefleyen bir drama türüdür. Epik tiyatroda, seyirci karakterlerden herhangi birine yakınlık hissetmemelidir.
Yabancılaştırma etkisi, seyircilerin, aktör ve karakter arasındaki ayrımı yapabilmelerini de sağlar. Bu tekniğin gerçekleşmesi için oyunlarda kullanılan en önemli öğeler koro, çeşitli şarkılar ve danslardır. Cesaret Ana oyununda, hemen her sahnede kullanılan şarkılar, seyircinin gerçek bir savaş sahnesi değil, onun bir temsilini izlediğinin farkına varmasını sağlar. Yabancılaştırma etkisinin yanı sıra, Busacca’nın belirttiği gibi:
Brecht, seyirciye bir oyuna geldiğini ve sahne ile izleyici arasındaki görünmez perdeden ayrı bir olaya baktığını hatırlatmak için çeşitli araçlar kullanır. Afişler, üsluplaştırma araçları, hatta sahneden yapılan, izlenilen şeyin gerçek değil yalnızca bir oyun olduğunu belirten açıklamalar seyirci ile oyun arasına bir mesafe koyar. (193)
Epik tiyatronun, yabancılaştırma tekniği ile hedeflediği şey, seyirciyi oyunun hangi mesajı vermeye çalıştığını sorgulamaya yöneltmek, kendilerine verileni olduğu gibi kabul etmemelerini sağlamaktır. Blau’nun dediği gibi “[epik tiyatroda] nerede olduğunuzun size söylenmesi gerekiyor. En çok da izlediğiniz şeye kendinizi en çok kaptırdığınız zaman tiyatroda olduğunuzun size hatırlatılması gerekir” (5).  Bu çeşit tiyatro, seyirci ve oyun arasındaki iletişimi engeller. Epik tiyatroda hiçbir şekilde duygu uyandırılmamalıdır çünkü epik tiyatro “bize zaten bildiğimiz şeyi söylemez, birçoğumuzun duymak istemediğimiz şeyleri söyler. Epik tiyatronun söylemeye çalıştığını duymak istemeyenler için, onun söyledikleri rahatsızlık vericidir, çünkü hiçbir şekilde duygusal eğilime izin vermez”  (Blau 8).
 Cesaret Ana’yı epik tiyatro yapan bir dizi örnek vardır. Rejide de belirtildiği gibi, bir aktörün birden fazla karakter oynadığı görülür. Buna ek olarak, oyun epizodiktir, yani sahneler birbirini takip etmez, aralarında mutlaka bir bağlantı olmasına gerek yoktur. Bu oyunda da görüleceği gibi bütün sahneler öncekilerden birkaç yıl aradan sonra gerçekleşir. Örneğin, ikinci sahne birinci sahneden iki yıl sonra gerçekleşirken üçüncü sahnedeki olay üç yıl aradan sonra geçer. Olay örgüsünde bu gibi birçok zaman aralığı vardır, ancak bu durum olayın seyircilere net bir şekilde aktarılmasına engel değildir. Sahneler birbirlerinden ayrı incelendiğinde, her birinin ayrı bir bütün oluşturduğu görülür. Bu çeşit epizodik yapı, epik tiyatronun önemli özelliklerinden biridir. Buna ek olarak, eleştirmen Curran’ın da belirttiği gibi “oyundaki olay 1940lar Almanya’sından oldukça uzak bir zamanda geçmektedir” (172). Bu da Brecht’in olay yeri olarak Almanya’yı kullanmak istemediğini gösterir, çünkü öyle olsa seyirci kendisini oyundaki karakterlerle özdeşleştirmeye daha yakın olacaktır. Brecht bundan kaçınır. Oyunun zaman ve mekanı seyirciye yabancı olduğundan, nesnelliği sağlamak için, oyunu seyirci için yabancılaştırma yönünde bir çaba olduğundan söz edilebilir.
Bu özelliklerin dışında epik tiyatroda teknik farklılıklar da vardır. Örneğin, oyunda da belirtildiği gibi, büyük harflerle yazılmış sahne başlıkları ön perdeye yansıtılır. Yansıtıcı gibi teknik kullanımlar epik tiyatronun yabancılaştırma tekniğinin amacına ulaşması için önemli özelliklerden biridir. Benzer bir şekilde, sürekli kullanılan şarkılar da Brecht’in arzuladığı yabancılaştırma tekniğini sağladığından epik özellik olarak gösterilebilir. Hemen bütün karakterler oyun boyunca şarkı söylerken görülür. Eilif’in Balıkçının Karısı ve Asker şarkısı, Cesaret Ana’nın Büyük Yenilginin Türküsü, Yvette’nin Kaynaştırma Türküsü ve Rahip’in Hz. İsa’nın Istırap Destanı bunlara örnek olarak verilebilir. Şarkılar, bulundukları sahnelerde geçen konularla alakalı olarak seçilmiştir ve bunlar da seyircilerin karakterlerle özdeşleşmelerine engel olan unsurlardan biridir. Wulbern, şarkıların kullanımı için Cesaret Ana’nın şarkısı hakkında şöyle der: “Bu tarz şarkılar, izleyicinin dengesini değiştirerek, onları yabancılaştırarak eleştirecek olmalarını sağlayarak dramatik sürekliliğe engel olur” (148). Bu engel de Brecht’in yabancılaştırma amacına hizmet eder.
Buna benzer bir diğer örnek de oyunun sonundaki, savaşın hayatta sürekli olacağını, bu sebeple sürekli kaybedecek insanların olacağını ve bunların her zaman fakir kesim olacağını belirten askerlerin söylediği şarkıdır. “Gelir savaş/Sonra gider yavaş yavaş/Belki otuz/Belki de yüz yılda/Vatandaşın yediği pislik/Giydiği paçavradır/Bulabildiği/Koca bir palavradır” (Cesaret Ana 77). Bu satırlar savaşın işe yaramadığını, bazılarına maddi anlamda çıkar sağlasa dahi kimseye mutluluk getirmediğini gösterir. Askerler devam eder: “Bir mucize doğacak/Bu yıl zafer yoldadır” (Cesaret Ana 77). Oyunun alışılmışın dışında seyreden bitişi ile birlikte bu satırlar da, Cesaret Ana’nın bakış açısından incelendiğinde olumsuz bir bitiş sunar. Savaş devam ettiği ve onu durduracak bir mucize gerçekleşmediği sürece Dünya daha iyi bir yer olmayacaktır. Bu mesaj ve eleştiri, karakterlerin diyalogundan ziyade şarkıların kullanımı ile verildiğinden, oyunun sonunda da yabancılaştırma tekniğinin kullanıldığından söz edilebilir.
Oyun, seyirciyi sorgulamaya teşvik eder, amaç onların herhangi bir duyguyu hissetmelerini sağlamak değil, eleştirmelerini ve ciddi anlamda düşünmelerini sağlamaktır. Blau da bu konuda “Cesaret Ana düşündüğünüz şeyi hissetmenize ancak siz ne hissettiğinizi yargılayana kadar izin verir” (8) der. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, epik tiyatroda oyunu yargılamak, duyguların uyandırılmasından daha önemlidir. Bu yargılamayı, duygu olmadan başarabilmek için kullanılan en önemli teknik ise yabancılaştırma tekniğidir.
Oyundaki karakter kullanımı ile ilgili Gray şöyle der: “Sahnedeki karakterleri günlük hayattan ya da tarihten kişiler olarak görmek mümkün değildir: onlar, konuşmalarıyla sürekli gerçekliğe eğilim gösterirken aynı zamanda da bu gerçeklikten sürekli kaçarlar” (126). Bu duruma örnek olarak, ilk sahnede, Cesaret Ana’nın kendini ve mesleğini tanıttığı şarkısı verilebilir. Cesaret Ana’nın şarkısı yabancılaştırma efektini yaratır çünkü bu teknik sayesinde şarkıyı söyleyen aktörün Cesaret Ana rolünde olan karakterden farklı olduğu seyirciye aktarılmış olur. Brecht’in kullandığı teknikler ve aktörlerin oynadıkları rol hakkında şarkılar yoluyla yaptıkları yorumlar sayesinde, aktörler, oynadıkları karakterlerden farklı olduklarını seyirciye hissettirirler.
Cesaret Ana oyunu genel anlamda, anne figürü Anna Fierling’in Otuz Yıl Savaşları (1624-1636) döneminde hayatta kalma çabası ile ilgilidir. Anna Fierling, hayatını savaşta kullanılmak üzere yiyecek satarak kazanmaktadır. Brecht oyun için Otuz Yıl Savaşlarını seçmiştir çünkü bu savaşın “kapitalizmin Avrupa üzerine getirdiği en büyük savaşlardan biri olduğuna” (akt. Dickson 129) inanmaktadır. Oyunu için, oynandığı yüzyıldan üç yüzyıl gibi eski bir zaman dilimi seçmesinin sebebi, Brecht’in seyircisinin savaş ve savaş sırasında toplumda yaşanan aksaklıkların evrensel olduğunu düşünmelerini sağlamaktır. Seyircinin o günlerde yaşadıkları olaylar yıllar önce de bir başka savaş sırasında yaşanmaktadır. Ayrıca, böyle eski bir zaman kullanması da epik tiyatronun bir başka özelliği olarak gösterilebilir çünkü Brecht, seyirciler oyunu izlerken gerçek yaşamı tecrübe ediyorlarmış gibi hissetmelerini istememiştir. Oyunda geçen mekan farklığı da İsveç’den Polonya’ya kadar çeşitlenir, bu da savaşın coğrafik bölge ya da herhangi bir ülke farkı gözetmeksizin herkesi etkilediği fikrini seyircide uyandırmada etkilidir. Bu konuyla bağlantılı olarak Dickson şöyle der “Brecht, coğrafya sınırları olmayan, belirli bir başı ve sonu olmayan bir savaş tanıtmayı başarmıştır” (132).
Oyundaki en temel fikirlerden biri de kapitalizm eleştirisidir. Cesaret Ana’nın aklı, savaşta bile kar yapmakla meşguldür. Para kazanmanın önemi Cesaret Ana’nın çocuklarının ölümü ile çelişkilidir. Paraya aşırı önem verir ve onun için para kazanmak yalnızca savaş zamanı mümkündür çünkü barışta iş yapamaz ve çocukları ile kendisi için pek para kazanma şansı yoktur.  Ancak, aklı yaptığı ticaretle o kadar meşguldür ki bu durumun çocuklarının ölmesine sebep olduğunun farkına varamaz.
Annelik teması kar elde etme çabası ile çelişkilidir. Oyunun başında, Cesaret Ana, savaşı över çünkü bu onun tek para kazanma kaynağıdır. Ancak, Çığırtkan ve Çavuş, Cesaret Ana’nın oğullarını savaş için almaya geldiğinde onları savaşa göndermek istemez ve diğer oğlu Eilif’i almaya çalışırlarken İsviçre Peyniri’ne şöyle der: “Koş. Kardeşimi çalıyorlar diye bağır” (Cesaret Ana 13) ve komutanları bir bıçakla tehdit eder. Buna benzer bir şekilde, oyun boyunca Cesaret Ana savaşa müteşekkir olsa da daha fazla dayanamaz ve onun için “tarihi [bir] an” (Cesaret Ana 51) olan, kızı Kattrin’in yaralanması sırasında savaşı lanetler. Güçlü kişiliğine rağmen, Cesaret Ana, kızının dilsiz olmasından da şikayetçidir çünkü onun bu durumda olmasının sebebi bir askerin Kattrin daha çok küçükken onun ağzına bir şeyler sokmaya çalışmasıdır, aynı şekilde Kattrin’in, yüzündeki yarası yüzünden hiç evlenemeyeceğinden de şikayetçidir ve sonunda savaşı lanetler: “Lanet olsun savaşa!” (Cesaret Ana 51). Böyle zamanlarda, Cesaret Ana’nın şefkatli yönü seyirciye aktarılmış olur. Oğulları Eilif ve İsviçre Peyniri savaşa alındığında Cesaret Ana bir anne gibi davranırken oyundaki diğer tüm zamanlarda eleştirilmesi gereken bir iş kadınıdır.
Cesaret Ana’nın hırsı oyunun merkezindeki konudur. Para kazanma hırsı ile takıntılı olduğundan çocuklarının ölümüne şahit olur. Örnek olarak, vagonunun fiyatı üzerine pazarlık yapmaya çalışırken oğlu İsviçre Peyniri’ni öldürürler. Buna benzer bir şekilde, askerler oğlu Eilif’i savaş için alırlarken kendisi hala bir kemerin fiyatı için pazarlık edebilmektedir, hatta askerler para ödeyemediklerinden onlara yaralarını sarmak için keten bez vermeyi bile reddedecek kadar ileri gider. Aynı şekilde İsviçre Peyniri öldüğünde, tek geçim kaynağı olan vagonunu kaybetmemek adına oğlunu tanımıyormuş gibi yapmayı bile başarabilir. Brecht’in, Cesaret Ana’nın zor zamanlarda bile para ile bu kadar takıntılı olmasıyla vermeye çalıştığı mesaj Hayman’ın da dediği gibi “aslında ticaret ölümcüldür” (228) dür. Brecht, çocuklarının ölümünden Cesaret Ana’yı sorumlu tutar. Onun gerçek amacı toplumdaki aksaklığın savaş olduğunu göstermek ve bundan sorumlu olan kişinin de hırsı yüzünden savaşın gerektirdiklerini yerine getiren Cesaret Ana olduğunu ileri sürmektir.
Annesinin tersine, Kattrin duyguları daha rahat anlaşılabilen bir karakterdir. Onun, dilsizliği, yaralanması ve oyunun sonunda gerçekleşen kendini kurban edercesine ölümü yüzünden savaştan en çok mağdur olan kişi olduğu iddia edilebilir. Kattrin’le ilgili önemli bir sahne, Aşçı’nın Cesaret Ana’ya kendisiyle Utrecht’e gitmesi için evlenme teklifi ederken Kattrin’i yanlarında götürmek istemediği sahnedir. Bu sahne, Cesaret Ana’nın daha iyi yaşam koşulları için kızını terk etmesi gerektiğinde nasıl davrandığını göstermesi açısından önemlidir. Cesaret Ana burada Kattrin’i yalnız bırakmaz ve kendisini vefalı bir anne olarak gösterir. Son sahneyle birlikte, seyirci Kattrin’in, kendini Halle’de yaşayan insanlar adına feda ettiğinden oyunun en önemli karakteri olduğunun farkına varır. Kattrin, davulunu çalarken öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalsa bile, Gray’e göre, Kattrin’in “ani ölümle tehdit edildiğinde teslim olmayı reddetmesi hakiki kahramanlığın bir göstergesidir” (134). Kattrin’den başka oyunda kahramanca hareket eden bir karakter bulunmaz, buna ilişkin Brecht, Kattrin’in yani “oyunun en çaresiz karakterinin yardım etmeye en çok hazır olduğu”ndan (akt. Thomson 55) bahseder. Bu bağlamda Kattrin’in, oyundaki diğer tüm karakterlere zıt olarak vicdanı ile hareket ettiği söylenebilir.
Oyunda eleştirilen bir diğer konu da savaştan en çok etkilenenlerin toplumun en fakir kesimleri olmasıdır. Oyunda da görüldüğü gibi, general ve kumandanlar, savaş sırasında para kazanma derdindeyken, hayatta kalmak için çabalayanlar hep alt sınıflardır. Steel, Brecht’in başyapıtlarında “politikanın tek gayesinin ve kurbanının sıradan insanlar” (649) olduğunu söyler. Savaş, hastalık, açlık ve dilenme yalnızca bu insanların hayatında etkiliymiş gibi görünür. Toplumdaki daha güçsüz gruplara yapılan bu haksızlık Cesaret Ana tarafından da eleştirilir. Onu tutukladıklarında askerlerle konuşurken şöyle der: “Haksızlığa karşı ne kadar dayanılmaz? Bir saat mi, iki saat mi? Asıl mesele bu, ama siz kendinize bu soruyu bile sormuyorsunuz” (Cesaret Ana 40). İnsanların haklarını korumalarının ve bu zayıf grupları bastırmaya çalışanlara karşı savunmalarının önemini vurgular. Böyle zamanlarda tutunacak hiçbir şeyleri olmadığından, fakir insanlar hayatlarını devam ettirebilmek için cesarete ihtiyaç duyarlar ve bu sebeple Cesaret Ana, insanlara cesaretlerini kaybetmemeleri için “Yoksulların cesarete ihtiyaçları vardır” (Cesaret Ana 48) der.
Oyundaki çoğu karakter yokluk çekiyor ve yaşamak için cesarete ihtiyaç duyuyor olsa da, savaşı övmekten geri durmazlar çünkü onlar için para kazanmanın tek yolu savaş sırasında yapabildikleri ticarettir. Biraz para kazanabilmek için “hatırlanmayan kitleler” (Dickson 134) olan tüm bu fakir insanlar, savaşın gerektirdiklerini yapmak için zorunlu hissederler. Bunların hiçbiri savaş sırasında toplumda hüküm süren aksaklıklara ses çıkarmazlar, Cesaret Ana’nın Büyük Silah Bırakma şarkısı da savaş sırasında gerekenin yapılmasının, yani savaşa alet olmalarının önemini vurgular.
Bu insanlar savaşa o kadar çok alışmışlardır ki savaşın kesildiğini duyduklarında mutlu olamazlar bile çünkü barış zamanında para kazanmaları için bir yol yoktur. Örnek olarak Cesaret Ana savaşın süreceğini düşünerek bir sürü mal almıştır ancak kısa süren barış zamanında mutlu olmaktan çok uzaktır çünkü aldığı malları satamayacağından ve borca gireceğinden korkmaktadır. Cesaret Ana yalnızca yaptığı işi düşünmektedir. Buna örnek olarak, Rahip ona evlenme teklifi ettiğinde ve ona “[a]ma siz de bir insansınız ve sizin de insan sıcaklığına ihtiyacınız var” (Cesaret Ana 49) dediğinde, Cesaret Ana bu teklifi ciddiye bile almaz ve “Yeterince odunumuz olunca çadırımız iyi ısınır” (Cesaret Ana 49) şeklinde karşılık verir. Cesaret Ana’nın cevabı onun işine olan güçlü bağının ve parayı aşka tercih ettiğinin net bir göstergesidir.
Fakir insanların acınacak durumu, savaşın galip tarafı gibi görünen general ve kumandanların durumuyla tam olarak zıttır. Üçüncü sahnede, Cesaret Ana “Kodamanların lafına bakılırsa, Tanrı içinmiş bu savaş; iyi ve güzel olan her şey içinmiş. Ama dikkatli bakınca onların bu kadar aptal olmadıklarını, savaştan çıkar beklediklerini görüyorsun” (Cesaret Ana 27) diyerek seyircinin gözlerini savaşın gerçeklerine açar. Cesaret Ana’nın bilge sözleri seyircinin, savaşın yalnızca ideoloji farkından doğmadığını aynı zamanda maddi çıkarlar sebebi ile de ortaya çıktığının farkına varmasını sağlar. Tüm bu karakterler gibi Cesaret Ana da savaş sayesinde para kazanmaktadır ve bu sebeple Sartre onun hakkında “savaştan nefret eden ama onun sayesinde yaşayan bir kadın. Savaş ona her şekilde zarar verir ancak o savaş olmadan yaşayamaz” (55) der. Başkahraman olan Cesaret Ana ve diğer sahne arkasında kalan gücü elinde tutan karakterler yoluyla Brecht, savaşın güçlendirdiği kapitalizmi eleştirmektedir.
Oyunda, tüm insanlar tarafından kabul edilen erdemler sorgulanmaktadır çünkü savaş sırasında dürüstlük, merhametlilik ve iyilik erdem olarak kabul edilmekten çıkar. Buna bir örnek vermek gerekirse, Cesaret Ana, tüm çocuklarını erdemlerini diğer insanlara belli etmemeleri için uyarır. Oyunda “her bir çocuğun, sahip oldukları erdem yüzünden öldürüldükleri” (Gray 132) gözlemlenir. Eilif cesareti yüzünden, İsviçre Peyniri dürüstlüğü yüzünden, Kattrin ise iyi kalpliliğinden dolayı ölürler. Ancak burada Brecht’in iyi karakterlerini cezalandırmak istediği gibi bir yanılgıya kapılmamak gerekir, daha çok “erdemleri kötüleyenlerin doğasını gözler önüne sererek, asıl erdemli karakterleri övmeyi amaçladığı” (Gray 132) görülür.
İnsani değerlerin önemsizleştirilmesi adına en önemli sahne Aşçı’nın Büyük Ruhların Şarkısı’nı söylediği sahnedir. Bu şarkı, en önemli tarihi karakterlerin bile erdemleri sayesinde mutlu olamadıklarını gösterir ve bu sebeple Aşçı, sıradan insanların bu erdemlere sahip olmak gibi bir çabaları olmaması gerektiğini savunur. Şarkıda, Süleyman’ın bilgeliği, Sezar’ın cesareti ve Sokrat’ın dürüstlüğü, Aziz Martin’in cömertliği, bu karakterlerin kötü kaderlerinin sebebi olarak gösterilmiştir. Bu erdemlere değinerek, Aşçı, kendilerinin içinde bulundukları durum ve bu tarihi karakterlerin durumu arasında bir paralellik çizer. Aşçı’ya göre, cömertliğin ona savaş sırasında hiç faydası dokunmamıştır ve şöyle der: “Cömert olalım. Ağzımızdan lokmayı alsalar eyvallah diyelim” (Cesaret Ana 67). Aşçı bütün erdemleri lanetler ve bulundukları durum için onları suçlayarak “[…] hırsız ve katil olsaydık belki de doyardık. Ahlaksızlık karın doyurur, erdem değil” (Cesaret Ana 64) der. Bu sahnede, Aşçı’nın şarkıları ve söylediklerinden anlaşılması gereken, savaştan etkilenen bütün karakterlerin umutsuzluğu ve hayal kırıklığıdır. Bu insanlar, erdemli insanlar olsalar bile, hatalı olmalarına rağmen kazanmaya da devam eden, savaşı yöneten güçlü amir ve generaller yaşamaya devam ettiği sürece para kazanamayacaklarının farkındadırlar. Bu sahnede, Brecht, seyircinin, savaşın yalnızca kötüler için bir çıkar sağladığının farkına varmalarını istemiştir, ve erdemler savaşın sonunda kazançlı çıkanlar tarafından teker teker öldürülmektedir.
Din de Cesaret Ana’da diğer bir eleştiri hedefi olarak rol oynar. Rahip,  dini çevrenin sembolü halindedir ve bir karakter olarak, savaşın din açısından ne kadar kahramanca bir önemi olduğundan bahseder. Üçüncü sahnede, Rahip, Aşçı’ya “Ne mutlu savaşta ölene. Neden? Tanrı yolunda savaşıyoruz. Bu öyle sıradan bir savaş değil. İmansızlar için yapılan bir savaş. Bizden razıdır Tanrı” (Cesaret Ana 24) der. Oyununda böyle bir karakteri kullanarak, Brecht din adamlarını da eleştirmektedir. Otuz Yıl Savaşları, Katolik ve Protestanlar arasında olduğundan Brecht yine savaş yoluyla din adamlarının savaşta ölmeyi diğer erkekler için kutsal bir durum gibi gösterirken yaptıkları kazancı vurgular. Brecht, oyununu ve eleştirisini 17. Yüzyıla oturtmuş olsa da, bu savaşta olan olayların aynı etkileri kendi gününde de görüldüğünden, dini ideolojiler özellikle Nazi istilası sırasında da rol oynadığından, bütün bu eleştirileri aynı zamanda kendi gününe de yansıtmış olduğu öne sürülebilir.
Oyunda, savaş ve barış arasında sürekli bir karşılaştırma vardır. Barışın zıttı olarak savaş birçok karakter tarafından olumlu bir gelişme olarak gösterilir. Örneğin Cesaret Ana savaş hakkında yorum yaparken “Al sana savaş! Kazanç mı kazanç” (Cesaret Ana 52) der. Buna benzer bir şekilde, oyunun başında Çavuş, savaş propagandası yapmaktadır: “Barış demek, düzensizlik, başıboşluk demektir. […] Sözün kısası, bir yerde savaş yoksa, düzen de yok demektir” (Cesaret Ana 7). Bu sözler, tüm karakterlerin ihtiyacı olan şeyin disiplin olduğunu savunur ve tıpkı para kazanmanın ancak savaşta mümkün olması gibi, disiplin de ancak savaş sırasında mümkündür, çünkü insanlar yalnızca savaşta disiplin ile kontrol altına alınabilirler. Güçlü karakterler için “savaş düzen demektir […]. Barış kaostur” (Barthes ve Bernays 46).
Barış, komutanlara göre, sahip oldukları gücü kullanmalarına engel olduğundan olumlu bir gelişme değildir. Buna benzer şekilde, fakirlerin barış zamanı ticaret yapması mümkün olmadığından, toplumun alt kesimi de barışın gelmesini sevinçle karşılamamaktadır. Bir sahnede, Cesaret Ana’nın savaş ve barış arasındaki fark hakkında yorum yaptığı görülür, bunun sonucunda savaşın kendisi için daha iyi bir yol olduğuna karar verir çünkü barış ona hiçbir şey vaat etmezken savaş onun kazanç yapabildiği tek zamandır. Savaş durduğu zaman Cesaret Ana: “Dil uzattırmam savaşa. Neymiş? Zayıfları silip süpürürmüş. [...] onların hali barışta da harap değil mi? Erbabı için nimettir savaş nimet” (Cesaret Ana 53) şeklinde şikayet eder. Barış onun için de iyi değildir çünkü barış onun işinin sona ermesi anlamına gelir ve şöyle der: “Barışın sırası mıydı? Malları yeni düzdük” (Cesaret Ana 54).
Savaşı destekleyen ve öven bir diğer karakter de Rahip’tir. Savaşı destekleyecek şekilde “[…] sevişmek bile daha rahat olur böyle zamanlarda. Ne kanun vardır ne nizam” (Cesaret Ana 49) der. Eğlenmenin, uyuyakalmanın ve savaşta çoğalmanın mümkün olduğunu öne sürer, buna karşılık barış zamanında, herkesin çalışması gerekeceği için eğlenmenin mümkün olmadığını ifade eder. Oyundaki diğer karakterler gibi Rahip’e göre de savaş bir hayat kaynağı iken barış, hiç de verimli olmayan durağan bir süreçtir. Rahip’e göre, aynı Cesaret Ana’ya olduğu gibi, barışın güzel bir zaman olması için savaş lazımdır çünkü barışta kullanacakları parayı ancak savaşta kazanabilirler.
 Oyundaki en önemli sahne, teknik ve tematik açıdan tartışma konusu olduğundan son sahnedir. Teknik olarak, oyunun uygun bir sona sahip olup olmadığı tartışılmıştır. Seyircilerin birçoğunun, Kattrin’in ölümü ve Cesaret Ana’nın kızının ölümünün ardındaki soğukkanlılığı karşısındaki duygu yoğunluğu oyunun gerçekçi bir sonu olup olmadığı konusunda sorular yaratmıştır. Seyircinin, oyunun sonunda Cesaret Ana’nın yaptıklarının ardından bir anagnorisis, yani hatasının farkına varmasını beklediği söylenmiştir. Oyunun sonunda Cesaret Ana’nın pişman olmamasının ve hayatına aynı şekilde devam etmesinin, bazı sahnelemelerde seyirciyi şaşırttığı bilinmektedir. Ancak, Brecht’in açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, oyununun gerçekçi bir sona sahip olması gibi bir çabası zaten yoktur ve bu sebeple, Cesaret Ana, hayattan dersini almış birisi gibi davranmaz. Bu konuda Brecht’in kendi cümlelerini kullanmak gerekirse: “Cesaret Ana trajik tecrübesinden, bir kobay faresinin, alet olduğu bir deneyden öğrendiğinden daha fazla bir şey öğrenmez” (akt. Dickson 136).
Son sahneyle alakalı olarak, Brecht’in oyununun başkahramanını alışılmadık bir şekilde sahneye koymuş olmasının seyircisini şaşırttığı söylenebilir. Bu açıklama, Willet’e göre, epik bir oyunun sonunda “bunu daha önce hiç düşünmemiştim- böyle olmamalı- bu sıra dışı ve inanılmaz […] Bu yüksek sanat; içinde hiçbir şey açık değil- onlar ağlarken ben gülüyorum, onlar gülerken ben ağlıyorum” diyebilen epik tiyatro izleyicisinin hedeflendiğini göstermektedir (akt. Curran 170).
. Klasik trajedide, Cesaret Ana’nın yaptığı hatanın farkına varması gerekir, fakat Brecht’in epik tiyatrosunda amaç karakteri, kendisini canlandıran aktörden ve de seyirciyi oyundan uzaklaştırmaktır. Cesaret Ana’nın ilk önce ağlaması sonradan ticaretine devam etmek için oradan geçmekte olan asker alayına katılmış olması, Brecht’in, seyircisini sorgulamaya yöneltmek istediğinin bir göstergesidir. Brecht, burada, seyircisinin, savaşın kapitalist etkileri ve bu etkilerin bir annenin duygularını nasıl etkilediği ve onu nasıl soğukkanlı yaptığı üzerine sorgulatmak istemektedir. Calabro’nun da bahsettiği gibi Brecht “Cesaret Ana’yı, savaş şekline bürünen açıklanamaz bir kader sonucu kaybolan çocuklarının arkasından yas tutan mitik bir Niobe figürüne çevirmek istemez” (82) çünkü o, tiyatrosundan empati duygusunu uzak tutmayı amaçlamıştır. Brecht’in empati (eşduyum) duygusuna karşı çıkmasının sebebi “tiyatroda karakterlerle empati kurma çabasının, daha çok eleştirel yansımaya yol açmaktansa duygusal bir kapanmaya yol açmasıdır” (Curran 174). Eşduyum gerçekleştiği zaman, seyirci kendi kararlarını veremez, dahası kendisiyle özdeşleştirdiği karakterin fikirlerini benimsemeye başlar.
Brecht, Cesaret Ana’nın çocuklarının ölümü ardından yas tutan ve pişman olan bir kadın olarak göstermeyi hedeflemez, onun amacı “Cesaret Ana’yı gözlemleyerek bir şeyler öğrenebilecek” (akt. Willett 229) olan seyirciye ulaşmaktır. Brecht’in cümlesi, Subitto’nun “Brecht, seyirciyi etkilenmesi ve değiştirilmesi gereken biri olarak gördüğü” (33) ifadesini anımsatır. Brecht, sahnedeki olaydan çok kolay etkilenen seyirciye ve “uzun süredir egemen olan duygusallık alışkanlığının kölesi olan seyircinin aptallığına” (Esslin 230) karşıdır. Brecht, Cesaret Ana’yı sonunda cezalandırmak ister çünkü Esslin’in de değindiği gibi “savaş sayesinde yaşayanlar bunun bedelini ödemelidirler” (229).
Cesaret Ana’da, seyircinin fikirlerini etkilemek ve değiştirmek, ve onların hayatlarına bir farkındalık kazandırmak amacı oldukça açıktır. Brecht’in de epik tiyatronun tanımını yaparken belirttiği gibi “epik tiyatro […] insan davranışlarının değiştirilebilir olduğunu, insanın kendisinin belli politik ve ekonomik faktörlere bağlı ve aynı zamanda onları değiştirme gücüne sahip olduğunu gösterir” (akt. Curran 172).  Brecht’in tiyatrosunda, toplumdaki yanlışlıklar bireyin kendisinden daha önemli durumdadır, eşduyum ihtiyacı ortadan kaldırılmalıdır, ve onun tiyatrosu herkese bir şeyler öğretme amacı gütmelidir, yani tiyatro, seyircisinin eleştirel duruşunu özgürleştirmelidir.
Brecht, bu oyununda, savaşın gereksizliğini ve Cesaret Ana’nın savaş sayesinde para kazanabileceğine olan inancının ne tarz sonuçlar doğurabildiğini sergilemeye çalışır. Kapitalizmden nefret eder ve savaşı, özellikle toplumun alt kesimindekileri daha kötü duruma sürüklerken diğer grupların daha fazla kazanmasını sağlayarak toplumda oluşturduğu eşitsizlikten dolayı kapitalist ideolojinin en güçlü silahı olarak görür. Oyununda bu fikirleri farklı tiyatral teknikleri kullanarak sunarken, Brecht, kendi epik tiyatrosu tarafından beslenen ve geliştirilmeye çalışılan “eleştirel tutum”a ulaşmaya çalışır (akt.  Willett 227).











Not: Alıntılardaki çeviriler bana aittir.
    Kaynakça
Ana Metin:
Brecht, Bertolt. Mother Courage and Her Children. Eds. John Willett and Ralph Manheim.
London: Methuen, 1980.
Brecht, Bertolt. Cesaret Ana ve Çocukları. Çev. İsmet Sait Damgacı ve Muammer Sencer.
Sıralar, 1967.
Brecht, Bertolt. Cesaret Ana ve Çocukları. Çev. Ayşe Selen.
İkincil Metin:
Barthes, Roland and Hella Freud Bernays. “Seven Photo Models of ‘Mother Courage’”. TDR
12. 1 (Autumn, 1967): pp. 44-55. JSTOR. Web. 05.05.2012.
Blau, Herbert. “Brecht's ‘Mother Courage’: The Rite of War and the Rhythm of Epic.”
Educational Theatre Journal 9. 1 (Mar., 1957): pp. 1-10. JSTOR. Web. 04.05.2012.
Busacca, Basil. “Brecht and Deconstruction of Theater.” Medieval Epic to the Epic Theater of
Brecht. Eds. Rosario P. Armato and John M. Spalek. Los Angeles: Southern California U.P., 1968. 185-203.
Calabro, Tony. Bertolt Brecht’s Art of Dissemblance. Wakefield: Longwood Academic, 1990.
Curran, Angela. “Brecht's Criticisms of Aristotle's Aesthetics of Tragedy.” The Journal of
Aesthetics and Art Criticism 59. 2 (Spring, 2001): pp. 167-184. JSTOR. Web. 04.05.2012.
Dickson, Keith A. “Mother Courage and Her Children.” Critical Essays on Bertolt Brecht.
Ed. Sigfried Mews. Boston: G.K. Hall, 1989. 128-138.
Esslin, Martin. Brecht: The Man and His Work. New York: Anchor Books, 1961.
Gray, Ronald. Brecht: The Dramatist. London: Cambridge, 1976.
Hayman, Ronald. Brecht: A Biography. New York: Oxford U.P., 1983.
Sartre, Jean-Paul. “Beyond Bourgeois Theatre.” Brecht Sourcebook. Eds. Carol Martin and
Henry Bial. London: Routledge, 2000.
Steer,  W. A. J. “Brecht's Epic Theatre: Theory and Practice.” The Modern Language Review
63. 3 (Jul., 1968): pp. 636-649. JSTOR. Web. 06.05.2012.
Subiotto, A. “Epic theatre: a theatre for the scientific age.” Brecht in Perspective. Eds.
Graham Bartram and Anthony Waine. London: Longman, 1982.
Thomson, Peter, ed. “Introduction.” Mother Courage and Her Children. Cambridge:
Cambridge U.P., 1997.
Willett, John. Brecht on Theatre: The Development of an Aesthetic. London: Methuen, 1964.
Wulbern, Julian H. Brecht and Ionesco: Commitment in Context. Chicago: Ilinois U.P, 1971.




13 Temmuz 2012 Cuma

Yararlanılan kaynaklar:


Hamilton, Edith. Mythology. Canada: Penguin, 1942.


Estin, Colette and Helene Laporte. Yunan ve Roma Mitolojisi. Ankara: Tübitak, 2002. 


Başvuru Kitapları: Mitoloji. İstanbul: NTV, 2010.

Mitoloji’deki ilginç konulardan bir diğeri de çeşitli cezalara tabi tutulan sıradan karakterlerdir.  Ancak bu cezalar, Tartaros adı verilen yer altı tanrısı olan Hades’in krallığını sürdürdüğü yerde gerçekleşen alışık olmadığımız türdendir. Bu karakterleri ve cezalarını şu şekilde ifade edebiliriz:


Tantalos: Tantalos, Zeus’un oğlu ve Sipylos kralıdır. Tanrılar bir gün onu yalnızca ölümsüzlerin katılabildiği bir yemeğe davet ederler; fakat Tantalos’un onlara kötü bir sürprizi vardır: keserek öldürüp pişirdiği oğlu Pelops. Bunu tanrıları küçümsediğini göstermek için yapmıştır. Tanrılar bu durumu fark ettiğinde Tantalos elbette cezasız kalmayacaktır. Bu durum fark edildiğinde Tantalos’u ölüler diyarında olan Tartaros’a gönderirler ve onu en büyük cezalardan olan açlık ve susuzluğa mahkum ederler. Tantalos bir gölde yaşar, bu gölün hemen yanı başında da bir meyve ağacı vardır, ancak Tantalos susadığında su içmek için eğildiğinde gölün suyu toprak tarafından çekilir, acıktığındaysa meyve dallarına yetişmek için uzanır ancak bir rüzgar ağacın dallarını uzaklaştırır. Tantalos, su ve yiyecek yakınında olmasına rağmen bunlara hiç ulaşamayacak, ömür boyu aç ve susuz yaşayacaktır. Tantalos’un pişirdiği oğlu Pelops ise tanrılar tarafından yeniden diriltilir.


“Thus he stood forever, his undying throat always athirst, his hunger in the midst of plenty never satisfied” (Hamilton 237).



The Danaids: Danaids, kral Danaus’ün 50 tane kızına verilen isimdir. Hepsi Nil Nehri’nin yakınında yaşamaktadır. Bu kızların hikayeleri kendileriyle evlenmek isteyen 50 tane kuzen ile ilgilidir. Danaidler amcalarının oğullarıyla evlenmek istemezler, ancak bir şekilde hepsi de onlarla evlenmek durumunda kalırlar. Ancak bu kızların evlilik günlerinde babaları Danaus da onların kuzenleriyle evlenmelerini istemediğinden her birine damatları öldürmelerini tembihler ve onlara hançer verdiği görülür. Danaus’un kızlarından Hypermnestra hariç hepsi kocasını öldürür. Hypermnestra’nın Lynceus’u öldürmemesinin sebebi ise ona kıyamaması veya Lynceus’un Hypermnestra’nın bekaretini koruma isteğine saygı göstermesi olarak gösterilir. Kocasını öldüremediği için, Hypermnestra, babası Danaus tarafından hapse atılır, tabi Hypermnestra sonradan kurtulacak ve Lynceus ile mutlu bir beraberliği olacaktır. Geriye kalan 49 suçlu kız ise ölüler diyarında bir cezaya çarptırılır: onlar büyük kaplara su doldurmakla yükümlüdürler, ancak bu kapların altları büyük deliklerle doludur, yani sonsuz bir çaba anlamına gelen bir cezaya çarptırılırlar. Kapları ne kadar doldurmaya çalışsalar da su hep boşa akacaktır.




Sisyphos: Sisyphos, Korint kralıdır. Bir gün bir genç kızı kaçırmakta olan olağanüstü bir kartal görür, gördüğü kendi kızı Aegina’dır. Sisyphos bunun sorumlusunun çapkınlığıyla meşhur tanrı Zeus olduğunu düşünür ve Sisyphos’un kendisinden şüphelenmesi elbette tanrı Zeus’u çok kızdırır. Zeus ona ömür boyu çekeceği bir ceza vermek ister, onu ölüler diyarı Hades’de büyük bir kayayı bir tepenin üzerine çıkarmakla görevlendirir, ancak her seferinde Sisyphos’un yukarı taşıdığı kaya geri düşecektir ve Sisyphos sürekli aşağı inip kayayı tekrar yukarı çıkarmak zorunda kalacaktır. Sisyphos’un uğraşı, günümüzde de anlamsız çabalama, bir sona ulaşılmayacağını bile bile yine de bir amaç uğruna başarmaya çalışmanın temsilidir. Ayrıca Sisyphos’un kızının ismi Aegina, Yunanistan’ın en güzel adalarından birine verilen isimdir.


“Her iki kolu koskoca taşı destekliyordu; ama tam tepeye varır varmaz birdenbire bir kuvvet taşı düşürüyor ve taş aşağıya yuvarlanıyordu” (Homeros, Odysseia)



Iksion: Iksion, Lapit kralıdır ve aynı zamanda tanrı Ares’in oğludur. Iksion, Dia ile evlenir ve onun babasına çok değerli bir evlilik hediyesi vaat eder, ancak bu vaadini yerine getirmez. Iksion bununla da kalmaz, Dia’nın babası Deioneus’u Larissa’da düzenlediği bir ziyafete davet eder. Bu davetin amacı Deioneus’dan özür dilemek değil onu ateşten oluşan bir yatağa bağlayıp vahşice öldürmektir. İşlediği bu suçun ardından Iksion suçluluk hisseder, ancak komşuları bile Iksion’un bu ihanetini lanetleyerek onun affedilmesi için gereken törenleri yerine getirmeyi reddederler. Yunan mitolojisinde Iksion ilk akraba katili olarak kabul edilir ve tabi ki toplum tarafından dışlanır. Ona tek acıyan Zeus’dur, ancak Iksion, Zeus’a da ihanet etmekten kaçınmaz. Birlikte yedikleri bir yemek sırasında Iksion, Zeus’un karısı olan Hera’dan çok etkilenir ve masanın altından birbirlerine dokunmaya çalışırlarken Zeus onları fark eder. Önce karısı Dia’nın babasını katletmesi ve ardından tanrı Zeus’un karısı Hera’ya göz koyması Iksion’un kaçınılmaz sonunu hazırlar. Zeus onu derhal Olympos’dan kovar ve Hermes’e, Iksion’u sürekli dönen, kanatları olan ateşten bir tekerleğe bağlamasını emreder. Böylece Iksion ceza olarak hiç durmayan ateşten bir tekere bağlı olarak hayatına devam eder.



26 Haziran 2012 Salı

İlginç hikayeler mitolojinin en temel içeriğidir. İşte bu anlamlı hikayelerden bazıları:


Apollo&Daphne- Apollo çok iyi bir okçudur ve bununla övünmektedir. Bir gün Afrodit'in oğlu Eros'la karşılaşır, Eros da bir okçudur ancak Apollo onun bu kabiliyetiyle dalga geçer. Eros da Apollo'dan intikam almak için iki ok hazırlar, oklardan biri altın suya batırılmıştır ve saplandığı kişiye sonsuz tutku ve aşk verecektir; diğer ok ise saplandığı kişiyi aşktan tamamen uzaklaştıracaktır. Oklardan ilki Apollo'ya ikincisi ise Daphne'ye saplanır. Apollo, Daphne'ye delice aşık olmuştur ancak bu sevgisine karşılık bulamaz. Bir gün Daphne, Apollo'dan kaçarken ona yakalanır o sırada Daphne, bir deniz tanrısı olan babası Peneus'dan yardım ister. Peneus, kızını defne ağacına dönüştürür, Apollo ise kavuşamadığı sevgilisinin dönüştüğü bu ağaçtan aldığı yapraklarla kendine bir taç yapar ve onu hiç çıkarmaz. Bu hikayede şair Apollo'yu şöyle konuşturur:
O fairest of maidens, you are lost to me,
But at least you shall be my tree.
With your leaves my victors shall wreathe their brows.
You shall have your part in all my triumphs.
Apollo and his laurel shall be joined together
wherever songs are sung and stories are told.
Bu yüzden Apollo’nun sembolü her zaman başında bulunan defne yaprağından oluşan tacıdır.






Apollo&Hyacinthus- Hyacinthus çok yakışıklı bir delikanlıdır. Apollo onun güzelliğine hayran olur, ona candan bağlanır. Bu iki karakter, sürekli birlikte disk atmaya giderler. Batı rüzgarı Zephyrus'un da Hyacinthus'a aşık olduğu söylenir, Zephyrus,  Apollo'yu kıskandığı için bir gün Apollo diskini attığında, rüzgarıyla diske yön verir ve disk Hyacinthus'un kafasına çarpar. Bunun üzerine Hyacinthus'un boynu, bir çiçeğin gövdesi kırıldığında nasıl bükülürse öyle yana düşer. Onu ölümden kurtaramayan Apollo şu sözleri söyler: "Ey sevgili çocuk, ölüyorsun, senin taze ve güzel gençliğini ben kendi ellerimle yıktım, yok ettim. Mademki ben seninle mezara, yer altına gelemiyorum, mademki benim yerim göklerdedir, istiyorum ki seni kendim gibi bir ölümsüz yapayım. İstiyorum ki seni, neşeli ve kudretli olduğum zamanlarda görebileyim, ışıklarımla seni okşayayım, koklayayım. Onun için seni çiçek yapacağım. Sen yaşayacaksın. Ben dünyaya yaklaştığım ve ilkbahar kara kışı bozguna uğrattığı zaman sen topraktan baş kaldıracak fışkıracaksın..." Hyacinthus, sümbül çiçeği demektir. Apollon’un bu sözleri söylemesi üzerine Hyacinthus’un öldüğü yerden sümbül çiçeğinin boy verdiğine inanılır.






Apollo&Marsias- Marsias bir gün flüt bulur ve onu çalmaya başlar, flütün güzel sesine bayılır ve sürekli çalmaya devam eder. Marsias'ın bu kabiliyetini duyan müzik tanrısı Apollo onu kıskanır ve Marsias'ı yarışmaya çağırır, bu yarışmanın sonunda kazanan kaybedene istediği cezayı verebilecektir. Yarışmanın jürisi, Kral Midas liderliğindeki üç kişiden oluşur. İki üye Marsias'ın performansını çok beğenir ancak tanrı Apollo’dan korktukları için hepsi oyunu Apollo'dan yana kullanır. Oyu iki puan sayılan Kral Midas ise adil davranarak oyunu Marsias'a verir. Bu durumda Apollo ve Marsias berabere kalmışlardır, kazananı belirlemek için ne yapıldığı konusunda iki görüş vardır. Bunlardan birincisinde, Apollo lirini baş aşağı çevirip aynı melodiyi çalar ve Marsias''dan da aynısını yapmasını ister ancak flütü tersten çalamayan Marsias yenilir. İkinci hikayede ise Marsias lirini çalarken aynı zamanda şarkı da söyler ve Marsias'dan da aynısını yapmasını söyler. Marsias aynı anda hem flüt çalıp hem şarkı söyleyemeyeceğinden yarışmayı yine kaybeder. Bunun üzerine Apollo, Kral Midas'a çok kızar, onun, kulakları iyi duymadığından iyi müzikle kötü müziği ayırt edemediğini bu yüzden insan kulaklarını hak etmediğini iddia eder ve Midas'ın kulaklarını uzatıp eşek kulaklarına çevirir. Marsias'ı ise kayalıklarda bir zeytin ağacına astırıp diri diri derisini yüzdürür, çeşitli işkencelerle öldürür. 






Artemis&Acteon- Acteon bir gün sıcaktan bunalmış bir şekilde bir havuzda serinlemek ister. Gittiği havuzun Artemis'in banyo yapmak için kullandığı yer olduğunu bilmez. Artemis orada yıkanmak üzere çırılçıplak bulunmaktadır ve Acteon'un oraya izinsiz girmesine çok sinirlenir, ona niye oraya geldiğini sormaz bile. Artemis elindeki su damlalarını Acton'un yüzüne doğru fırlatır, her bir damlayla Acteon bir geyiğie dönüşür. Bunu gören köpekler Acteon'u öldürür.



Athena&Arachne- Athena güzel sanatların, özellikle kadınların işlediği nakışların koruyucu tanrıçasıdır. Bir gün halkın içinden Arachne isimli bir kızın da gergef işlemekte ve oya yapmakta çok başarılı olduğunu duyar. Arachne bu yeteneğiyle çok övünür ve ben Athena'dan bile daha kabiliyetliyim gerekirse onunla yarışırım der. Athena bir gün Arachne'nin yanına gelir, yarışırlar, bakar ki Arachne gerçekten çok yetenekli, bu durumdan hoşlanmaz ve Arachne'yi bir örümceğe çevirerek hayatını bir ağ üstünde takılı olarak geçirmesini ister. Örümceğin ağ örmesini Arachne'den aldığına inanılır ve günümüzde örümcek korkusu için kullanılan "araknafobia" kelimesine adını veren karakter de Arachne'dir.




Athena’nın doğumu- Zeus tıpkı babası Cronos ve dedesi Uranos gibi çocuklarından birinin kendisini tahtından edileceğinden korkuyordu. Bu yüzden Zeus’un, Athena'nın annesi olan Metis'i, çocuğu doğurmasın diye yuttuğu söylenir. Zeus bir gün aniden şiddetli bir baş ağrısı duyar ve Hephaestos'a başını balta ile yarmasını emreder. Hephaestos’un Zeus’un kafasının yarılması ile Athena bir haykırışla Zeus'un alnından fırlar.



Afrodit&Adonis- Adonis ölümlülerin en güzeli olarak bilinir. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit ona aşık olur ve onu koruması için Persephone'ye (Proserpina) emanet eder. Ne yazık ki Persephone de Adonis'e aşık olur. İki tanrıça arasında kavga çıkar. Adonis'in kiminle kalacağına Zeus karar verecektir. Bu karara göre Adonis yılın 4 ayı Persephone'nin yanında, 4 ayı Afrodit'in yanında, geriye kalan 4 ayda ise istediği yerde olacaktır. Adonis yeraltına Persephone'nin yanına girdiğinde yaz biter, Afrodit'in yanına geldiğinde ise toprakların bereketi tekrar gelir, ilkbahar başlar. Bir gün Adonis, Afrodit ile beraber kaldığı zaman avlanırken bir yaban domuzunun saldırısına uğrar. Adonis'in kanının damladığı her yerde "adonis lalesi" denilen çiçek ortaya çıkar.


Ares&Afrodit- Afrodit, Hephaestos ile evlidir ancak Ares, Afrodit'e aşık olur. Ares ve Afrodit hemen her gün birlikte olmaya başlarlar. Ares, Güneş'in kendilerini görüp Hephaestos'a söylemesini engellemek için kapıya Alektyron isimli bir nöbetçi koyar, ondan güneş doğacağı zaman kendisine haber vermesini ister. Bir gün Alektyron uyuyakalır, Güneş Ares ile Afrodit'i görür, Hephaestos'a haber verir. Bunun üzerine Hephaestos onları yataktayken bir ağa hapseder ve Olimpos'daki tüm tanrılara bu durumu gösterir. Bütün tanrılar buna kahkahalarla güler ve onlarla dalga geçerler. Buna çok kızan Ares, Alektyron'u bir horoza dönüştürür ve bundan sonra her sabah Güneş'i gördüğünde ötmesini emreder. Günümüzde bilinen meşhur "Denizli horozu"nun hikayesinin de bu olduğuna inanılmaktadır.





Artemis&Callisto- Callisto, Artemis'in yakın arkadaşı olan bir peridir. O da Artemis gibi evlenmemeye ve bir erkekle birlikte olmamaya yeminlidir. Artemis ile birlikte sık sık ava giderler. Zeus bir gün Callisto'yu görür ve ona aşık olur, onunla birlikte olmak için Artemis'in kılığına girerek Callisto'nun yanına yaklaşır. Bunun üzerine Callisto hamile kalır fakat bunu saklayamaz, bir gün arkadaşları ile gölde yıkanırken Artemis onun hamile olduğunu anlar. Bu sırada Zeus, Callisto'yu Artemis'in öfkesinden kurtarmak için onu ayıya dönüştürür, ancak bu yeterli olmaz, Artemis öfkesinden Callisto'yu okuyla delik deşik eder. Bu ölüm üzerine Callisto, Zeus tarafından gökyüzüne alınır ve orada kutup yıldızı olan "büyük ayı"ya çevrilir. Yine mitolojinin günümüzdeki birçok terime isim kaynağı olmasının bir örneği bu hikayede görülür, Callisto aynı zamanda Jüpiter’in uydularından birine verilen isimdir.





Daedalus&Icarus- Daedalus, Atina'da aletler icat eden üstün bir zanaatçıdır. Girit kraliçesi Pasiphae için aşık olduğu boğa ile çiftleşmesine olanak sağlayan bir düzenek hazırlar ve Kralın kızı Ariadne'ye Theseus'un labirentten çıkmasına yardım etmesi için akıl verir. Kral Minos, Daedalus'a çok kızar, onu ve oğlu İcarus'u Labyrinthos'a kapatır. Daedalus "Minos pekala kapatabilir bana karayolunu da, deniz yolunu da, en azından gök bana açık kalır" diyerek kendine ve oğluna iki çift kanat yapar. Kanatlardan birini oğlunun omzuna balmumu ile tutturur. Havalanacakları zaman Daedalus oğlunun uyarır, denizde boğulma tehlikesi olduğundan çok alçaktan uçmamasını, güneş mumu eritebileceğinden de çok yüksekten uçmamasını öğütler. Ne yazık ki İcarus, uçabildiği için sevinçten sarhoşa döner ve yükseldikçe yükselir ancak bir süre sonra kanatları dökülür. Bunun üzerine İcarus düşer ve deniz onu yutar. Daedalus sağ salim İtalya'ya ulaşır. Kral Minos ise her yerde Daedalus'u aramaktadır. En sonunda Minos, bir salyangoz kabuğunun sarmalları içinden iplik geçirebilecek kimseye ödül vaat eder. Bunu duyan Daedalus başarabileceğini iddia eder ve gerçekten de başarır, böylece bir kez daha Minos'u küçümsemiş olur. Bu durumu kabullenemeyen Minos, Daedalus’u banyosunda haşlatır.





Baucis&Philemon- Bir gün Zeus ve Hermes iki yolcu görünümünde Frigya'yı dolaşmaya karar verirler. Çok yorulduklarından dinlenmek istediklerinde kimse onları evlerine almaz. Yalnızca bir kulübede yaşayan Baucis ve kocası Philemon onları evine kabul eder. Evlerinde fazla eşya ve yiyecek olmamasına rağmen misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaya çalışırlar. Onlar bu kadar cömert davrandıklarından boşalan testileri su ile dolmaya başlar. Kendilerinin bir tek kazları vardır ve onu misafirleri için kurban etmeye karar verirler ancak tanrı konuklar buna izin vermez. O sırada fark ederler ki sel yalnızca onların evini esirgeyerek diğer tüm evleri kaplamaktadır. Diğer evler sele esir olurken Baucis ve Philemon’un kulübeleri gözlerinin önünde bir tapınağa dönüşür. Çatıdaki saman sapının yerini altın alır, yer mermer döşenir. Zeus onlara dileklerini sorar, Baucis ve Philemon da birlikte ölmek istediklerini söylerler. Bunun üzerine ölüm günleri geldiğinde, Baucis, Philemon'un yapraklarla donandığını görür. Kocası da Baucis'i örten yaprakları fark eder. İkisi de yan yana duran ağaç gövdesine dönüşürler, böylece hiç ayrılmazlar.







Procne&Philomela- Procne ve Philomela Atina kralı Pandion'un kızlarıdır. Procne, Thrakia kralı Tereus'la evlenir ve İtys adında bir oğulları olur. Tereus'un Philomela ile de ilişkisi vardır ve olup biteni Procne'ye anlatmasın diye, Philomela'nın dilini koparır. Bunu öğrenen Procne, kardeşiyle birlikte Tereus'dan intikam almanın yollarını ararlar. Sonunda intikam olarak, oğulları İtys'i kesip babasına yedirirler. Tanrılar Procne'yi bülbül, Philomela'yı kırlangıç, Tereus'u ise hüthüt kuşuna dönüştürürler. Aristophanes, Kuşlar komedyasında bu dramı hüthüt kuşunun ağzından şöyle anlatır:
Uyan garip bülbülüm, uyan,
Çöz tanrısal dilini,
Dök yüreğindeki acıları,
Anlat o kutsal ağıtlarınla
Oğlumuz İtys’in başına gelenleri,
Kızıl boynundan su gibi aksın
Oğlumuzun adını inleyen sesin,
Sık fundalıklardan göklere yükselsin,
Apollon, altın saçlı tanrı
Duyup bu acı yankıları,
Alsın fildişi çalgısını,
Karşılık versin sana,
Tanrı koroları kursun yukarda,
Ve ölümsüz dudaklarından çıkan ezgiler
Karışsın sesine mutlu yüceliklerde.



Cupid&Psyche- Psyche bir kral ve kraliçenin en küçük kızıdır. O kadar güzeldir ki Afrodit onu kıskanır ve oğlu Cupid'e bu genç kızı erkeklerin en kötüsüne aşık etmesini emreder. Babası kızının evleneceği insan hakkında bir kehanet edinir. Bu kehanete göre kızının kocası acımasız bir canavar, kanatlı, engerek benzeri bir şey olacaktır. Kahin bu kaderin değişmeyeceğini bu yüzden kızlarını bir ormanda yalnız bırakıp köylerine dönmelerini ve bir daha onu aramamalarını söyler. Ormanda yalnız bırakılan Psyche amaçsızca yürürken karşısına bir saray çıkar, oraya girer. Psyche’nin kocası gece olunca gelir, gündüz ortadan kaybolur ve Psyche'den kendisini asla görmeye çalışmamasını ister. Bir gün Psyche'nin kız kardeşleri gelip onun aklına girerler. Kocası kendisini Psyche'ye hiç göstermediğinden onu öldürmesi gerektiğini söylerler. Psyche kardeşlerinin dediğini yapmaya karar verir, bir gece bir eline bıçak alarak, kandil ışığında kocasına doğru yaklaşır. Kocası, sanılanın aksine dünyalar güzeli Cupid'dir. Psyche, ışıkta kocasının ne kadar güzel olduğunu görünce şaşkınlığa kapılır ve Cupid'in omzuna kandilden kızgın bir yağ damlası düşer. Bunu fark eden Cupid, Psyche'ye küser ve uçup gider. Psyche, Cupid'i (Amor) bulmak için dünyanın her yerini dolaşır. En sonunda Cupid’in annesi olan Afrodit'e  gitmeye karar verir. Afrodit ona zorlu görevler verir, ondan bir gün içinde koca bir tahıl yığınını ayıklamasını ister. Psyche’ye yardım etmek için kırlardan karıncalar yardıma gelirler, işi bitirirler. Ertesi gün Afrodit, Psyche'ye bir kutu vererek Ölüler Ülkesi'ne gidip Proserpina'nın kendi güzelliğinden kutuya biraz koymasını ister. Psyche, zorlu yollardan geçerek Charon'un da yardımıyla Ölüler Dünyası'na gitmeyi başarır. Proserpina güzelliğinden kutuya biraz koyar ancak Psyche'ye kutuyu asla açmaması gerektiğini söyler. Psyche, tıpkı Pandora gibi merakına yenilir, kutuyu açar, bunun üzerine Psyche'nin üzerine ölümcül bir bitkinlik çöker ve uykuya dalar. Cupid, yarası iyileştiğinden, annesinin sarayından uzaklaşmayı başarır. Karısını bulur, ondan kutuyu Afrodit'e götürmesini ister. Bu arada kendisi de Zeus'a gidip Psyche ile tanrılar huzurunda evlenmek için ondan izin alır. Zeus buna izin verir. Psyche'ye ölümsüz olması için tanrıların sarayında ambrosia içirirler, böylece Cupid ve Psyche sonsuza dek birlikte olurlar. Ayrıca  psikoloji kelimesinin kökeninin de Psyche karakterinden geldiğine inanılmaktadır.



Pygmalion&Galatea- Pygmalion başarılı bir heykeltraştır. İnsanlarla fazla ilişkisi yoktur bu yüzden yaptığı heykellerle konuşur, onlara derdini anlatır. Bir gün Pygmalion, fildişinden çok güzel bir kadın heykeli yapar, ona Galatea adını verir. Heykel o kadar güzel, o kadar etkileyicidir ki Pygmalion kendi yaptığı heykele aşık olur. Ona kadın elbiseleri giydirir, süsler. Artık diğer heykellere fazla önem vermez, tüm zamanını Galatea'ya adar. Gün geçtikçe bu aşk Pygmalion'a acı vermeye başlar. Bu durumu gören Afrodit ona yardım etmeye karar verir. Bir gün Pygmalion, Galatea'yı öperken, Galatea da ona karşılık verir, Galatea canlanmıştır.




Pyramus&Thisbe- Pyramus ve Thisbe birbirine aşık iki komşu çocuklarıdır.  Aileleri bu iki gencin evlenmelerine izin vermez bunun üzerine onlar da evden kaçmaya karar verirler. İki genç dut ağacının önünde buluşacaklardır. Bu yere ilk ulaşan Thisbe'dir. Pyramis'u beklerken bir aslan sesi duyar, korkarak oradan kaçar, kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürür, aslan bu örtüyü parçalar ve geldiği yere geri gider. Sonra Pyramus gelir, yerdeki kanlı örtüyü gören Pyramus, Thisbe'nin öldüğünü düşünür ve dut ağacının yanına giderek "şimdi sen de benim kanımı içeceksin " der ardından kılıcını kalbine saplar. Beyaz renkli dutlar sıçrayan kanla siyaha bulanır. Aynı yere geri dönen Thisbe dut ağacını arar fakat göremez, ağaç, Pyramus’un kanı ile karadut ağacı olmuştur. Thisbe ağacın altında yatan Pyramus'u fark eder. Yanına gider, ben geldim der, ancak o sırada Pyramus son kez gözkapaklarını aralar ardından sonsuza dek kapatır. Çok üzülen Thisbe "benim için öldürdün kendini,ama ben de cesurum,benim içim de aşkla dolu. Ancak olum ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek" diyerek Pyramus'un kılıcını kendine saplar ve kendini öldürür. Tanrıların, bu aşıkların birleşmelerini istediklerinden her ülkede kara dut ağacının yetişmesine izin verdikleri söylenir.




Hero&Leander- Afrodit rahibelerinden olan Hero ve Leander bir törende tanışıp birbirlerine aşık olurlar, ancak Hero bir rahibe olduğundan evlenmesi yasaktır. Hero, Leander'den ayrılmak zorunda kalır ve onu bir kuleye hapsederler.  Leander, Hero’yu kulede tek başına bırakmaz, her gece karşı kıyıdan yüzerek sevgilisini görmeye gelir. Hero, karşı sahilden yüzerek gelen Leander yolu görebilsin diye kulenin fenerini yakar. Fırtınalı bir gecede Hero'nun yaktığı fener söner, yolunu kaybeden Leander boğazın akıntısında kaybolur. Ertesi günün sabahı sevgilisinin cesedini kıyıya vurmuş şekilde gören Hero kendini kuleden atarak ölmeyi seçer. Bu hikaye Kızkulesi ile ilişkilendirilmiştir. Aslında bu hikayede adı geçen yerler Sestos ve Abydos Çanakkale'de bulunduğundan hikayenin de Çanakkale Boğazı'na ait olması olasılığı yüksektir ancak sonradan Batılı yazarlar bu hikayeyi Kızkulesi'ne monte etmişlerdir.



Echo&Narcissus- Echo güzeller güzeli bir su perisidir. Ancak bu güzelin bir kusuru vardır o da çok konuşmasıdır. Echo durmak bilmeden konuşmaktadır, bu durum Hera'nın sinirlerini bozar ve Hera, Echo'yu cezalandırmaya karar verir. Echo artık konuşamayacak sadece insanların söylediği en son sözleri tekrar edebilecektir. Bu karakter günümüzde kullandığımız "eko" kelimesinin kaynağıdır. Bir gün Echo'nun bulunduğu göle Narcissus gelir. Echo, Narcissus'un güzelliğini görür ve ona aşık olur ancak konuşamadığından Narcissus'a hiçbir şey söyleyemez. Yalnızca Narcissus ne derse onları tekrar edebilmektedir. Narcissus bu durumdan sıkılır ona daha fazla zaman ayırmak istemez, çünkü fazlaca kibirlidir. Tanrılar Narcissus'un kibirli oluşuna sinirlenip onu cezalandırmaya karar verirler. Narcissus bir gün gölden su içmek için eğildiği gölde çok yakışıklı birinin yani kendinin aksini görür ve bu görüntüye aşık olur. Tanrılar ona orada kalıp kendi görüntüsüne hayran kalması için büyü yaptıklarından günlerce hiçbir şey yapmadan orada kendi görüntüsüne hayran hayran bakar, sonunda ise ölüp gider. Narcissus'un öldüğü yerde nergis çiçekleri yetişmeye başlar. Kendini fazlaca beğenen kişiler için kullanılan "narsist" kelimesinin kökeni de Narcissus karakterine dayanır.



Selene&Endymion- Endymion, Yunan kralı Elis'in oğludur. Ay tanrıçası Selene, Endymion'a aşık olunca, Zeus'dan Endymion'u ölümsüz yapmasını ister. Zeus, Endymion'un ancak sonsuza dek uyuması koşuluyla ölümsüz olabileceğini söyler. Selene, sevgilisinin ölmektense uyumasını tercih eder ve Endymion ebedi uykuya dalar. Selene her gece Endymion’un yanına gelerek ona şu şekilde fısıldar: “Sana her gece kendi ay ışığımla geleceğim...”. Onların aşkı sonsuzluğun uykusuyla bütünleşir.



Eos&Cephalus&Procris- Procris, Cephalus ile evlidir. Cephalus iyi bir avcıdır. Bir gün ava çıktığında savaş tanrıçası Eos ona aşık olur ancak karısına büyük sadakatle bağlı olan Cephalus tanrıçanın sevgisine karşılık vermez. Eos da onu bir daha rahatsız etmeyeceğini ancak karısının ona bu kadar sadık olduğuna inanmadığını ifade eder. Cephalus'un aklı karışmıştır bu yüzden kılık değiştirerek kendi evine gider ve karısını denemeye karar verir. Kendini Cephalus'un arkadaşı olarak tanıtır ve görür ki ortada şüphelenmesini gerektirecek bir şey yok. Daha ileri giderek Procris'e aşkını ilan eder, Procris buna da olumlu bir yanıt vermez ancak adama acımış olacağından adamı terslemez, biraz daha kibar cevap verir. Bu duruma sinirlenen Cephalus karısını kendisine sadık olmamakla suçlar. Kocasının oynadığı oyunun farkına varan Procris evden kaçar. Cephalus her yerde karısını arar, ondan af diler, Procris de onu affeder. Bir gün birlikte ava giderler. Av sırasında bu çift bir süre birbirlerinden ayrılırlar, Cephalus av ararken, bir kulübenin arkasında hareket eden bir canlı olduğunu görür ve okunu fırlatır, avın yanına gittiğinde kalbi parçalanmış karısını yerde yatarken bulur, Cephalus, karısını öldürmüştür.